Öyle bir toplumuz ki; karşımızdaki insanın düşüncesine tahammül edemiyoruz, saygı göstermiyoruz.
Bu yüzden de 'biz haklıyız', 'bizim dediğimiz doğru' diyoruz.
'Onlar yanlış düşünüyor', 'O zaten muhalefet' yaftasını yapıştırıveriyoruz.
**
Siyasi düşüncemiz ne olursa olsun, 'tahammülsüzlüğümüz' had safhaya çıktı.
İnancımız ne olursa olsun, 'saygısızlığımız' uç noktaya varıyor.
Dinlemeyi bilmediğimiz için de kendimizi 'dinletemiyoruz.'
Bu kafayla nereye gidiyoruz?
**
Saygı ilk şarttır, insan ilişkilerinde.
Sevmeyebilirsiniz ama karşıdakine saygı duymak durumundasınız.
Biz saygı göstermediğimiz sürece, karşıdakinden de saygı beklememeliyiz.
Sevmediğimiz sürece de sevilmemiz hayalden öte gitmez.
**
Bir kafedesiniz.
Bir kahvedesiniz.
Dolmuştasınız. Halk otobüsündesiniz. Belediye otobüsündesiniz.
Bir parktasınız.
İki üç kişi bir araya gelmiş, sohbet ediyorsunuz.
Fikirlerinizi ortaya atıyorsunuz.
Eleştiriyorsunuz.
Övüyorsunuz.
Tam bu arada tanımadığınız, daha önce hiç karşılaşmadığınız birileri atılıyor ortaya!
"Siz yanlış düşünüyorsunuz" diyerek dalıyor.
"Böyle böyle iken, durum bu iken siz neyi konuşuyorsunuz" diyerek başlıyor söze.
Siz yanınızdakine, yanınızdaki size bakıyor.
Siz sanıyorsunuz ki, yanınızdaki tanıyor; yanınızdaki sanıyor ki, siz tanıyorsunuz!
Demek ki, siyasi düşüncesine tezat bir fikriniz var.
Demek ki, dini inancına ters bir şeyler atılıyor ortaya… Kendini kahraman ilan ediyor bir anda ve Malkoçoğlu kesiliyor zevat.
Susmak bilmiyor.
"Sen de kimsin birader?" diyemiyorsunuz bile.
**
İki kişi kendi arasında konuşurken, tartışırken tanınmayan üçüncü kişi lafa girdiğinde garip bir durum ortaya çıkmaz mı?
Ne diyeceksiniz?
Muhatap olmamak, tatsız bir durum ortaya çıkarmamak için sükut ilan ediyorsunuz.
Sözüm ona Malkoçoğlu da, film sahnesindeki kahraman edasına bürünüyor.
"Zaten sizin gibilerden bu toplum ilerlemiyor!" diyerek te, sizi suçluyor.
"Sus be kardeşim! Sen de kimsin?" dediğiniz zaman da başlıyor bir kargaşa.
Ne demiş atalar:
"Söz gümüş ise, sükut altındır!"
Susuyorsunuz.
"Susma, sustukça sıra sana gelecek!" düşüncesini bir kenara atıyorsunuz.
**
Yazdık.
Yazıyoruz.
Kahramanmaraş mevzuat gereği 'büyükşehir' oldu ama insanlarımızın 'zihni' büyükşehir olmadı.
Hala küçük bir mahallede oturuyoruz sanki.
Eş-dost, hısım-akraba, konu-komşu ilişkileri var sanki.
"Aman yaaa" demesini çokça yapıyoruz.
**
Saygı, kelimesi Türk Dil Kurumu Genel Sözlüğünde şöyle tanımlanmış:
1. Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram.
2. Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu.
**
Bu tanımlardan yola çıkarak şunu soruyorum kendi kendime:
"Toplum olarak başkalarını rahatsız etmekten neden çekinmiyoruz?"
Sahi neden?
Çünkü hepimiz birey olarak toplumun en yüksek IQ'lerine sahibiz.
Toplumda kendimizi daha yüksek mevkilerde sanıyoruz.
Yazık.
Susmayı, dinlemeyi bilmediğimiz sürece de bu böyle devam eder gider.
**
Bakın ne diyor Hacı Bayram Veli:
"Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı.
Geç canından bul anı,
Sen seni bil, sen seni.
Kim bildi efalini,
Ol bildi sıfatını.
Anda gördü zatını,
Sen seni bil, sen seni.
Görünen sıfatındır,
Anı gören zatındır.
Gayrı ne hacetindir,
Sen seni bil, sen seni.
Kim ki hayrete vardı,
Nura müstağrak oldu.
Tevhidi zatı buldu,
Sen seni bil, sen seni.
Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu.
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.